Haşhaşilik Nedir? Hasan Sabbah ve Haşişiler

Haşhaşilik, 11. Yüzyılda İsmailiye tarikatına mensup bir din adamı ve siyasi lider olan Hasan Sabbah tarafından İran’da kuruldu.

 

1090 ile 1275 yılları arasında etkin olarak faaliyet gösteren bu örgüt, adını mensuplarını motive etmek için kullanıldığı düşünülen haşhaş bitkisinden aldı.

 

Düşünülen diyoruz, çünkü hareket mensuplarına haşhaş içirildiği, tarihi kanıtlarla desteklenmiş bir iddaa değildir.

 

Haşhaşi ifadesi, daha ziyade bu hareketin “kötücüllüğüne”, “din dışılığına” ya da “mensuplarını kolayca ikna edebilme kapasitesine” vurgu yapmak isteyen çevrelerin bir yakıştırması ve bir “reddiyesi” olarak ortaya çıkmış ve tarihsel literatürde kullanılmaya başlanmıştır.

 

Dini ve siyasi amaçlarla ortaya çıkan Hasan Sabbah hareketi, Fatimi Devleti’nde yaşayan İsmaililer arasındaki hizipleşme sonucunda oluşan “Nizarilik” kolu altında şekillendi.

 

İran ve Suriye’de hızla yayılan Haşhaşiler, Alamut Kalesi gibi ele geçirilmesi güç kaleler içinde barındılar ve önemli siyasi kişiliklere yaptıkları suikastlerle tanındılar.

 

Adını terör-din ilişkisi bağlamında günümüzde de sıklıkla duymakta olduğumuz Haşhaşilik, yaşadığı döneme öylesine büyük bir damga vurdu ki, günümüz Batı dillerinde kullanılan “assassin” yani “suikastçi” kelimesine de kaynaklık etti.

 

Haşhaşiler, özellikle Abbasi Halifeliği ve bu halifeliğin koruyucusu durumundaki Büyük Selçuklu Devletini hedef almakla birlikte, zaman zaman bölgedeki diğer güçleri ve haçlıları da hedef alan suikastlere giriştiler. Çünkü yaşadıkları dönem ve bölge, siyasal iktidar değişimlerinin sıklıkla yaşadığı bir coğrafyaya ve zaman dilimine tekabül etmekteydi. 

 

Haşhaşi suikastlerin kurbanları genelde vali, halife, kral ve sultan düzeyindeki devlet adamlarıydı. 

 

 

Haşhaşiler: Efsaneler ve Gerçekler

 

Haşhaşilik konusunda en çok merak edilen şey, Hasan Sabbah tarafından kurulan bu örgütün, nasıl böylesine etkili olabildiği ve “fedailer” olarak adlandırılan mensuplarını nasıl ikna edebildiğidir.

 

En başta şunu belirtmek gerekir ki, bu konuyu aydınlatabilecek herhangi bir tarihsel kanıta sahip değiliz.

 

Ayrıca halk arasında oluşan efsaneler de, onlar hakkındaki bilgimizin spekülasyon boyutunu daha da arttırmaktadır.

 

Özetle, Haşhaşiler hakkında ortaya atılan iddiaların tarihsel olarak kanıtlanması mümkün olmadığı gibi, bu iddiaların pekçoğu da birer “şehir efsanesi” nden ibarettir.

 

“Haşhaş içme” ve “sahte cennet” hikayeleri bu efsanelerin en başında gelir.

 

Nitekim bu iddalar, ünlü Seyyah Marco Polo’nun seyahatnamesinde dahi dillendirilmiş ve Avrupa coğrafyasında da yaygınlaşmıştır. Hatta Haşhaşiler, yarattıkları etkiyle Avrupa dillerindeki “assassin” yani “suikast” kelimesine etimolojik olarak kaynaklık etmişlerdir. 

 

Fedailerin gözü pek birer suikastçiye dönüştürülme süreçleri ile ilgili olarak kitabında bazı tasvirlere yer veren Marco Polo’ya göre, kalenin içinde bulunan bir vadi Kur’an’da yer alan cennet tasvirleriyle doldurulmuştur.

 

Fedai olmaya karar veren kişi, haşhaş (haşiş) adında bir uyuşturucu madde verilerek bu vadiye götürülür ve cennette olduğuna inandırılır.

 

Ardından uyuşturucunun etkisi geçer ve fedai tekrar kaleye getirilir.

 

Ancak fedai tekrar cennete gitmek istediğinde, artık onu daha önce cennete sokmuş olduğuna inandığı Hasan Sabbah’ın emirlerine bütün benliğiyle uymak zorundadır. 

 

Günümüzde de oldukça yaygın olan bu hikaye, Haşhaşiler döneminde yaşayan Sünni ya da Şii hiçbir tarihçinin eserinde yer almaz. Ayrıca kale içinde yapılan arkeolojik kazılarda da bu iddiaları kanıtlayacak bulgulara (cennet tasvirinin yapıldığı derin vadiler gibi) rastlanamamıştır.

 

Dolayısıyla büyük olasıkla Marco Polo’nun anlattıkları, kulaktan dolma birer efsaneden ibarettir.

 

Zaten Marco Polo’nun bölgeyi gerçekten ziyaret edip etmediği konusu bile tarihçiler arasında tartışmalı bir konudur.

 

Bu hikayelerin, tarikat üyelerinin motivasyonunu açıklamakta zorlanan halk tarafından uydurulması büyük olasılıktır.

 

Peki öyleyse, haşhaşiliğin arkasındaki gerçek motivasyon nedir?

 

Biraz önce de değindiğimiz gibi bunu tam olarak asla bilemeyiz. Ancak Haşhaşiliğin içinden çıktığı İsmailiye tarikatına hakim olan “Batınilik” anlayışı, bize bazı ipuçları verebilir.

 

Kısaca Batınilik, dini gerçekliğin ve hakikatin ayetlerin görünen yani zahiri manasından çok batıni yani iç, derin ve görünmeyen manasında saklı olduğunu iddia eden ve bu anlamın da bütünüyle sadece bir imam tarafından bilinebileceğini savunan dinsel anlayıştır.

 

Bu anlayışa göre imamın rehberliğini kabul etmek, onun sözünden dışarı çıkmamak ve gerekirse onun uğruna ölüme gitmek, cennete ulaşmanın yegâne yoludur.

 

Diğer bir ifadeyle batınilikte, kurtuluşun ilk ve tek şartı şeyh otoritesine yani onun söylediklerine koşulsuz bir inanç ve bağlılıktır.

 

Bu bağlamda Hasan Sabbah’ın hareket mensuplarınca bir imam ya da şeyh olarak kabul edilmiş olması muhtemeldir.

 

Günümüzde din temelli ortaya çıkan terör örgütlerini düşündüğümüzde, böylesi bir anlayışın insanlar üzerinde çokça etkili olduğu bir gerçektir.

 

Zira bugün yaşadığımız modern çağda bile, ancak bir dini liderin rehberliğinde kurtuluşa erebileceğine inanan, sahte peygamberlere biat eden ya da mehdilik söyleminin peşine takılan pek çok insan varken; o günkü koşullarda haşhaşiliğin bu kadar etkili olabilmesine çokta şaşırmamak gerekir.

 

Haşhaşilik Nasıl Ortaya Çıktı?

 

Haşhaşiliğin ortaya çıkışını daha iyi anlayabilmek adına sırasıyla Sünnilik, Şiilik, İsmaililik ve İsmaili Nizarilik arasındaki ayrımının nasıl ortaya çıktığına kısaca bakmakta fayda var. 

 

Şiilik, Muhammet Peygamber’in vefatı ile ortaya çıkan yönetim krizi ile birlikte halifeliğin yani imametin Hz. Ali’nin hakkı olduğunu savunan siyasi grubun, zamanla dini bir görünüm kazanmasıyla ortaya çıkmış ve Sünnilikten ayrılmıştır.

 

Ancak Şiilikte bir süre sonra farklı sosyal bağlamlarda değişerek ve revize edilerek kendi içinde pek çok alt gruba ayrılmıştır. 

 

Hasan Sabbah’ın mensubu olduğu İsmaililik işte bu alt gruplardan birisidir.

 

İsmaililik, Hz. Peygamberin torunlarından İmam Cafer es-Sadık’ın miladi 765 yılındaki ölümünden sonra; Cafer Sadık’ın imametinin küçük oğlu Musa Kazım’dan mı, yoksa büyük oğlu İsmail’den mi devam edeceği konusundaki fikir ayrılığından ortaya çıkmış olup; İmametin, büyük oğlu İsmail’den devam edeceğini kabul edenlerden, İsmaililik düşüncesi ortaya çıkmıştır.

 

İsmaililik düşüncesi de farklı zaman ve şartlarda farklı topluluklar nezdinde yorumlanmış ve nihayetinde Kahire merkezli kurulan ve geniş bir coğrafyada faaliyet gösteren Fatımi devleti aracılığıyla bir devlet mezhebi haline gelmiştir.

 

Özellikle Kuzey Suriye’de giriştikleri fetih hareketleriyle Şii Fatımi halifeliği, sünni Abbasi halifeliği üzerindeki baskısını gitgide arttırınca, Abbasi Halifesi, Selçuklu Devletinden yardım istemek zorunda kalmış ve bunun üzerine 1058’de Bağdat’a gelen Tuğrul Bey, Abbasi halifeliğini koruma altına almıştır. 

 

İşte Hasan Sabbah, Sünni ve Şii rekabetinin yoğun olarak yaşandığı böylesi bir dönemde Fatımi devletinin bir propoagandacısı, diğer bir ifadeyle dönemin Fatımi halifesi Müstansır-Billâh-El Fatımi’nin misyoneri (dâî) olarak Horasan ve İran bölgesinde faaliyetlerine başlamıştır.

 

Kısa bir süre sonra 1090 yılında, İran’ın Kazvin şehri sınırlarında bulunan Elbruz dağlarındaki Alamut (Elemût, eski İran dilinde Kartal Yuvası anlamında) kalesini ele geçiren Sabbah, faaliyetlerini buradan sürdürmeye başlamış, merkez Alamut olmak üzere İran, Irak ve Suriye’deki çeşitli kaleleri de ele geçirmek suretiyle faaliyet alanını genişletmiştir.

 

Ancak bu sırada, Fatımi halifesi Müstansır-Billâh-El Fatımi’nin vefat etmesi üzerine onun büyük oğlu ve meşru vârisi olan Nizâr’ın yerine küçük yaştaki oğul el-Mustalî’nin Fatımi Devleti “bürokrasisi” tarafından halifelik makamına getirilmesi, Fatimi devletinin ideolojik temelini teşkil eden İsmailiye mezhebinde bölünmeye yol açmıştır.

 

Bu durum karşısında Nizâr isyan etmişse de yenilgiye uğrayarak öldürülmüştür.

 

Böylece İsmâilîler, Müstaliyye ve Nizâriyye olarak ikiye ayrılırken; Hasan Sabbâh’ın liderliğindekiler, bu bölünmede Nizâr’ın imamlığını tanıyarak Fatimi ve diğer İsmaili kollardan kopmuşlardır.

 

Haşhaşiliğin Faaliyetleri ve Selçuklu Devleti

 

Bundan sonraki süreçte Hasan Sabbah, tarihsel literatürde “Nizari İsmaili Devleti” olarak da anılacak olan siyasal-dini organizasyonu aracılığıyla, hem etki alanını güçlendirmek hem de Nizari İsmailiyye hareketini yaygınlaştırmak amacıyla özellikle Selçuklu Devletinin hakimiyet sahasında yoğun bir propaganda faaliyetine girişti.

 

Bu dönemde Selçuklu Devletinin başında Alparslanın oğlu Melikşah bulunmakta iken; devletin ikinci adamı ise Selçuklu tarihinin en önemli veziri Nizamülmülk’tü. 

 

Haşhaşilerin giriştikleri faaliyetlerle halk üzerinde oldukça etkili olduklarını gören Nizamülmülk, Haşhaşilere karşı sert askeri tedbirlere başvurdu.

 

Bu tedbirlerin başında yakalanan haşhaşilerin “ibret-i alem” niyetiyle halkın gözleri önünde asılması gelmekteydi.

 

Nizamülmülk aynı zamanda dini açıdan da bu tarz batıni akımlarlarla mücadele edilmesi gerektiğini düşündüğünden, Nizamiye Medreseleri adında medreseler kurdu.

 

Haşhaşiler ise bu gelişmelere gayri nizami harp ya da gerilla savaşı olarak nitelendirebileceğimiz girişimlerle karşılık verdi ve birçok Selçuklu emirine düzenledikleri suikastlerle ses getirdi. 

 

Cinayet işlerken ölmeyi göze almaları nedeniyle hançer gibi yakın mesafeli silahlar kullanan Haşhaşiler, bu cinayetleri genelde halkın gözleri önünde gerçekleştirererek, eylemlerinin halk nezdindeki etkisini katbekat arttırmayı amaçlamaktaydı.

 

Ayrıca onların bir diğer özelliği, üst düzey kurbanlarını öldürmek için bazen senelerce bekleyebilmeleri, onların en yakınına sızabilmeleri ve hatta bazen en has adamlarından biri olarak kurbanlarını öldürebilmeleriydi.

 

Sultan Melikşah ve Nizamülmülk, Haşhaşileri kökünden kazımak adına Alamut kalesini iki kez kuşatmış olsa da, kalenin zaptedilmesinin oldukça zor olması, Haşhaşilerin Selçuklu ordusu içinde rüşvet, casusluk ve propoganda tarzı yollarla karışıklık yaratması gibi nedenlerle, Alamut kalesini bir türlü ellerine geçirememişlerdi.

 

Dahası Nizamülmülkün bu girişimleri, bir anlamda onun sonunu da hazırlamış oldu.

 

Vezirin kendileri için son derece tehlikeli olduğunu ve bir an önce ortadan kaldırılması gerektiğini düşünen Hasan Sabbah, fedailerinden Ebû Tâhir-i Errânî’yi onu öldürmekle görevlendirmiş ve bu fedai, suikasti başarılı bir şekilde gerçekleştirerek, Nizamülmülkü yani Selçuklu Devletinin ikinci adamını 1092’de öldürmüştür.

 

Ordugahda yani çok sayıda askerin içinde gerçekleştirilen bu başarılı suikast, Haşhaşiler açısından büyük bir prestij ve propaganda kaynağı olurken; korku içinde yaşamaya başlayan birçok Selçuklu yöneticisi, bu suikastten itibaren zırhlarla dolaşmaya başlamıştı.

 

Ayrıca veziri Nizamülmükten kısa bir süre sonra Sultan Melikşahın da vefat etmesi ve bu dönemde Selçuklu Devletinin bir taht çekişmesi içine düşmesi, Haşhaşilik hareketinin daha rahat hareket edebilmesinin de yolunu açtı.

 

Hasan Sabbah’ın Ölümü ve Haşhaşiliğin Sonu

 

Böylece gittikçe güçlenen Haşhaşilik, kurucusu Hasan Sabbah’ın 1124’teki ölümünden sonra da onun varisleri aracılığıyla varlığını sürdürmeye devam etti. 

 

Ayrıca Suriye’nin Halep bölgesinde de ayrı bir emirlik halinde örgütlenen Haşhaşiler, burada da önemli bir süre varlıklarını sürdürdüler.

 

Haşhaşiler, Selçuklu Devletinin giderek zayıfladığı bu dönemde, bölgede yavaş yavaş hâkim olmaya başlayan ve varlıklarını tehdit eden diğer güçlerle ve Haçlılarla da çatışma içine girmişlerdir.

 

Örneğin Haşhaşilerin, Kudüs Latin Kralı Mark Condrad’ı öldürmeleri Hristiyan dünyasında büyük bir yankı uyandırırken; Eyyübi Devletinin kurucusu Selahaddin Eyyübi’de iki kez Haşhaşilerin suikastine hedef olmuş, ancak bir şekilde bu suikastlerden kurtulmuştur.

 

Haşhaşi suikastlerinde ölen diğer bazı önemli isimler ise şunlardır:

 

  • İsfahan kadısı Ubeydullah el-Hatib, (1108-1109)
  • Fatımi Devleti ordular komutanı el Efdal (1121)
  • Selçuklu veziri Muineddin Kaşi(16 Mart 1127)
  • Abbasi Halifesi Müsterşid (1134)
  • Abbasi halifesi er Raşid(6 Temmuz 1138)
  • Humus hükümdarı Cenah-üd Devle (1 Mayıs 1103)
  • Selçukluların Musul Emiri Mevud (1113)
  • Şam hükümdarı Tacülmülk Böri (7 Mayıs 1131)
  • Fatımi halifesi el Amir-Biahkamillah (1130)
  • Trablus kontu Raymond(1140)
  • Antakyalı IV. Bohemond‘un oğlu Raymond (1213)

 

Nihayetinde, Haşhaşilerin sonunu getiren bölgedeki Moğol istilaları olmuştur.

 

Yıllardır ele geçirilemeyen Alamut kalesi, Cengiz Hanın torunu Hülagu Han liderliğindeki Moğollar tarafından 1256’da ele geçirildi. Kaleyi yerle bir eden Hülagu, kale halkını da kılıçtan geçirdi.

 

Alamutun son imamı Rükneddin Hür Şah ise diğer Haşhaşi kalelerini ele geçirmekta kolaylık sağlasın diye bir süre daha yaşatıldı ve misyonunu tamamladıktan sonra 1257’de öldürüldü.

 

Haşhaşilerin Suriye’deki kolu ise, Moğol hakimiyet sahasının dışında kaldığı ve Memlük Devletine bağlı bir “derebeylik” gibi varlığını sürdürdüğü için bir süre daha ayakta kaldı.

 

Ancak nihayetinde Memluk Sultanı Baybars, 1273 yılında bütün Haşhaşi kalelerini teslim alarak, bu oluşumun siyasi gücüne tamamen son verdi.

 

Siyasal gücünü tamamen kaybetmiş olsa da ve sınırlı bir çevre içinde kalmış olsa da Nizarilik, varlığını günümüze kadar devam ettirdi ve bugün Ağa Han Ailesi tarafından temsil edilmekte.

 

Haşhaşilik hakkında daha ayrıntılı bilgi için aşağıdaki programı izleyebilir; 

 

Ya da aşağıda derlenen kaynaklara başvurabilirsiniz: 

Görüş ve Önerileriniz İçin