Jean Jacques Rousseau’nun Siyaset Felsefesi ve Düşünceleri

Rousseau, tüm çağdaşlarını aşarak modern çağların temel siyasal öznesi olan halkı, egemenliğin asıl sahibi olarak tanımlamıştır.

 

Bu yaklaşımıyla Rousseau, Fransız Devrimini en fazla etkileyen düşünür olarak kabul edilir.  Döneminin diğer düşünürleri gibi Rousseau’nun da hareket noktası doğa durumu hipotezidir. Rousseau kendi doğa durumunda insanlar arasında tam bir eşitlik varsayar ve bu nedenle eşitsizlik kaynaklarından özel mülkiyeti de dışarıda bırakır.

Ayrıca Rousseau’nun doğa durumu bir savaş durumu değildir. Bunun nedeni insanların merhamet duygusu taşımaları ve doğa durumunda, insanların ihtiyaçlarının, doğadan kolayca karşılanacak olan sınırı aşmamasıdır. Bu nedenlerle insanlar arasında bir çatışma yaşanmaz.

 

Fakat insanların içinde barındırdığı gelişme ve ilerleme potansiyeli nedeniyle insanlar sürekli olarak gelişip ilerlerler. Bu ilerleme sürecinde insanın karşısına yeni ihtiyaçlar çıkar. Bu ihtiyaçların artmasıyla beraber, insanın toplumsallaşma süreci de başlamış olur. Bu süreç kaçınılmaz olarak insanlar arasındaki eşitsizlikleri de beraberinde getirecektir.

Rousseau için eşitsizliğin yapısallaşması açısından en önemli dönüm noktası, özel mülkiyet düşüncesinin belirmesidir. Mülkiyetle birlikte rekabet, çıkar çatışmaları, başkalarından üstün olma tutkusu, kişisel çıkarı başkalarının zararına sağlamaya yönelik gizli arzu gibi çeşitli kötülükler ortaya çıkar. Böylece insanlar arasında bir savaş durumu ortaya çıkacaktır.

 

Bu genel savaş durumu, Hobbes’tan farklı olarak ilkel doğa durumunun değil, özel mülkiyetin belirdiği, ekonomik eşitsizliklerin ve hiyerarşilerin kurulduğu bir toplumsallaşma durumunun ürünüdür. Bu anlamda Rousseau’da savaş durumu, aslında doğallıklarını yitirmiş insanların ortaya çıkardığı bir durum olarak görünmektedir. Bu durumda bazı insanlar (daha güçlü, daha zengin ve daha kurnaz olanlar) diğerleri üzerinde tahakküm kurma imkânı bulmuşlar ve insanların özgürlükleri giderek kısıtlanmaya başlamıştır.

 

İnsan özgürlüklerinin en fazla kısıtlandığı siyasal otorite, yani ilk yönetim şekilleri de bu süreçte ortaya çıkmıştır. Bu genel savaş durumunun sonlanması için insanlar bir araya gelerek toplumu oluşturacak olan sözleşmeye imza atarlar.

 

Rousseau’ya göre herkes aynı anlaşma hükümlerine tabi olduğu için aslında birey, bu sözleşme aracılığıyla hiç kimseye bağlanmamış, dolayısıyla özgürlüğünü kaybetmemiş olacaktır. Toplum sözleşmesi bireysel iradelerin bir ürünü olmakla birlikte, sözleşmenin ardından beliren kamusal bütün, bireysel iradelerin bir toplamı değildir. Ortaya çıkan, ortak bir siyasal benliği ve iradesi bulunan ahlaki ve kolektif kamusal bir kişiliktir. Rousseau’nun egemeni toplum sözleşmesiyle bir siyasi topluluk olarak doğmuş olan halktır ve halkın iradesi genel iradedir.

 

Rousseau, bireyi kuramsal düzeyde yurttaş ve uyruk olarak ikiye bölmüştür. Egemen otoriteye (dolayısıyla genel iradeye) katılan yurttaş, kişisel görüşlerini ve çıkarlarını bastıran, kendini bütünün ayrılmaz bir parçası olarak gören ve salt ortak iyiliğe yönelen bir kimse olarak tanımlanmaktadır.

 

Buna karşılık, Rousseau’nun zaman zaman “insan, özel insan ya da özel kişi” olarak adlandırdığı uyruk, kendine özgü iradesi, dolayısıyla kişisel çıkarı olan somut insandır. Rousseau böyle bir ayrıma giderek, halkı hem yöneten hem de yönetilen olarak ele alma olanağına kavuşur. Dolayısıyla, Rousseau’nun doğru devletinde genel irade, ‘yurttaş’ ların iradesidir.

     

Rousseau, genel iradenin egemenliği kullandığını ifade etmiş; böylece siyasal iktidarın yaslanacağı yegâne kaynak olarak ‘halk’ı işaret etmiştir. Halk egemendir ve egemenin çeşitli özellikleri bulunur. Rousseau’ya göre egemen kolektif bir varlık olduğundan ancak kendisi tarafından temsil edilebilir ve egemenlik asla devredilemez.

Bu anlamda Rousseau için siyasal temsil çok tercih edilen bir durum değildir. Düşünür ayrıca egemenliğin bölünemeyeceğini belirtir ve bu anlamda da erkler ayrımı sistemine karşı çıkar, daha doğrusu ona göre yasama, yürütme ve yargı erkleri egemenliğin parçaları değildir; hepsi egemenliğe içkindir ve egemene aittir.

 

Egemenliğin bir diğer önemli özelliği, egemenlik, toplum sözleşmesinden türediği ve genel iradeyle doğrudan bağlantılı olduğu için rasyoneldir ve her zaman doğru olanı, haklı olanı gerçekleştirmeye yöneliktir.

 

Egemen olan halk, doğrudan doğruya sadece yasama gücünü elinde bulundurmaktadır. Rousseau’ya göre halk bu alanda tek meşru otoritedir. Bunun dışında yürütme devredilebilir. Yürütme yani hükümet, kendisine genel irade tarafından verilen yetkiyi kullanır ve bu alanı aştığı takdirde meşruluğunu kaybeder. Bu anlamda, yaratılan siyasal yapıda halk egemenin ta kendisidir. Kral ya da hükümet ise halkın bir görevlisi konumuna indirgenmiştir.

Rousseau’nun kurgusuna en uygun düşen devlet biçimi doğrudan demokrasi olmakla birlikte Rousseau, demokratik hükümet biçiminin “sadece tanrılardan meydana gelebileceğini” vurgulayarak olanaksızlığını belirtmiştir.

 

Bu nedenle Rousseau, farklı hükümet biçimlerine açık kapı bırakmaktadır. Ancak devlet hangi hükümet biçimine sahip olursa olsun, her zaman ciddi bir sorunla karşı karşıyadır. Yöneticilerin genel iradeyle çatışarak, halkın egemenliğini tehdit etmeleri kaçınılmazdır. Bunu frenleyip engelleyecek olan ise, “yurttaşlık bilinci” ne sahip olan halktır.

 

Kısacası, hükümetin iyi olmasının, buna bağlı olarak da devletin kuruluş amacı olan özgürlük ve eşitliği sağlama görevinden sapmadan varlığını sürdürmesinin temel koşulu, ülkedeki bireylerin yurttaşlık bilincine sahip olmasıdır. Rousseau’nun halk egemenliği temelleri üzerine yükselen devleti, üyelerinin genel iradeye katılan yurttaşlara dönüştüremediği, hepsini ortak çıkarlara, duygulara, değerlere sahip bir ulus şeklinde birleştiremediği sürece, hükümet biçimi ne olursa olsun, iskambil kâğıtlarından yapılmış bir şato gibi kolayca dağılıp yok olmaya mahkûmdur.

Siyasal yapının sağlam bir şekilde ayakta durması, insanların “kendi varlıklarını devletin varlığının bir parçası olarak algılayacak” denli yurttaşlık bilinciyle donanmış olmalarına bağlıdır. Rousseau’ya göre bunu başarmanın yolu, yurttaşlar arasında çeşitli duygusal bağlar kurmaktan ve onların birbirlerine karşı duygusal bir yönelime girmelerini sağlamaktan geçer.

 

Bireylerin çıkarları yüzünden değil tutkuları yüzünden topluma bağlayacak ve “ayrılmaz bir beden şeklinde birleştirecek” olan duygudaşlık iki temel duygu üzerine inşa edilir.

Bunlar vatanseverlik ve dindaşlıktır. Bu bağlamda ulusculuğu yüceltmekte olan Rousseau, eğitimi ve dini ruhlara ulusal bir bilinç vermek için bir araç olarak görmektedir. Eğitim, vatansever nesiller yetiştirmekle görevlendirir. Din-devlet ayrımı ise söz konusu değildir; tersine, devletin hükmü altına sokulmuş bir yurttaşlık dini oluşturulmasını önermiştir. Siyasal düşü olan ulus-devletin kurulabilmesi için devrimi öngören Rousseau, “bir devrim hemen hemen, iyileştirebileceği kötülük kadar korkutucudur.” diyerek, yirmi-beş otuz yıl öncesinden Fransız Devrimi’nin hem olumlu hem de olumsuz yönlerini haber verir gibidir.