Feminizm, günümüzdeki toplumsal ve siyasal sistemin, erkeğin lehine kadının aleyhine işleyen bir sistem olduğunu savunur. Latince “femina” yani kadın kelimesinden türemiştir.
Feminizmin temel iddiaları kısaca şunlardır:
- Kadınlar dünya nüfusunun yarısını oluşturmalarına rağmen, toplumsal zenginliğin ancak ufak bir kısmını kontrol edebilmektedir.
- Büyük şirketlerde, siyasette ya da akademik dünyada üst pozisyonlar işgal eden kadınların oranı son derece düşüktür.
- Kadınlar yoğun olarak cinsel, fiziksel, duygusal vb. şiddet türlerine maruz kalmaktadır.
Tarihsel olarak bakıldığında Feminizm; kadınların erkeklerle eşit siyasi ve kamusal haklara sahip olmalarını isteyen taleplerle paralel bir şekilde gelişmiştir.
İlk dalga feminizmi ya da “Liberal Feminizm“ olarak adlandırılan bu hareket, kadınların kanun önünde eşit olmalarını, kadınların erkeklerle eşit seçme/seçilme ve miras haklarına sahip olmalarını amaçlamaktaydı.
Feminizmin bu ilk döneminde, kadınlara yönelik pozitif bir ayrımcılık talebi söz konusu değildi.
Bu tarz talepler, 1960’lardan sonra, “İkinci Dalga Feminizm” olarak adlandırılan siyasal eğilimlerle gündeme geldi.
Feminist anlayıştaki bu yeni eğilimlere göre, kanun önünde eşitlik yeterli değildi.
Seçme ve seçilme haklarına sahip olmak, bir ilerleme olarak görülebilirdi. Ancak, kadınlar aleyhine işleyen ayrımcı düzeni değiştirmek için yetersizdi.
İçerisinde farklı eğilimler barındıran “İkinci Dalga Feminizm” in etkili yorumu, “Sosyalist Feminizm” di.
Sosyalist feministlere göre, kadınların yaşadığı sorunlar kapitalist sistemin gereklerinden kaynaklanmaktaydı.
Bu nedenle, kapitalist sistem ortadan kaldırılmadan, kadına ilişkin sorunların düzelmesi mümkün değildi.
Kadınların kurtuluşu ancak sosyalist devrimle mümkün olacaktı.
Ancak sosyalist bloğun çökmesiyle birlikte, sosyalist ideoloji gibi sosyalist feminizm de ikinci plana düştü.
Yeni dönemle birlikte, farklı bir feminizm türü olan “Radikal Feminizm“ türü ön plana çıktı.
Liberal Feministler, sosyalist feministlerin “toplumsal cinsiyet” yani “gender” kavramına gerekli önemi vermedikleri iddiasındaydı.
Toplumsal cinsiyet kavramına göre, kadınlık ya da erkeklik gibi roller doğal biyolojik farklılıklardan kaynaklanmaz, erkeklerin egemenliğini sürdürmeye yönelik olarak üretilirler. Yani toplumsal cinsiyet, doğuştan gelmez toplumsal süreçler içerisinde üretilir.
Liberal Feministlere göre “kadınlık” rolünün tanımlanması ve belirlenmesi erkekler tarafından yürütülür.
Bu roller, erkek egemen düzenin devamına yönelik olarak geliştirilir.
Bu erkek egemen düzen, “patriyarki” yani “ataerkillik” kavramıyla tanımlanır.
Radikal Feminizme göre insanlığın tarihi, aynı zamanda “patriyarkal kültür” ün yani “erkek egemen kültür” ün ortaya çıkması ve yerleşmesinin tarihi olarak da okunabilir.
Ekonomi, tarih, din, edebiyat, sanat gibi insana ait hemen hemen her faaliyet, erkeği merkeze alan ve erkeklerin egemenliğini yeniden üretmeye yönelik olarak şekillenmiştir.
Dolayısıyla sorun, “Ataerkil düzen” in kendisindedir.
“Ataerkil” düzen nedeniyle, kadın/erkek eşitsizliği diğer eşitsizliklerle benzer bir statüye sahip değildir.
Kadınlar için ataerkil düzenden hak talep etmek anlamsızdır. Önemli olan onu tamamen dönüştürmektir.
Sonuç olarak, yukarıda kısaca tanımlamaya çalıştığımız Feminizmin, klasik siyasi ideolojiler incelendiğinde, genel olarak ihmal edilmiş olduğu görülen “kadın/erkek eşitsizliği” konusunu gündeme getirmek suretiyle oldukça önemli bir boşluğu doldurduğunu söyleyebiliriz.
Ayrıca feminizmin kendi içinde de farklılaşmış olması (Liberal Feminizm, Sosyalist Feminizm ve Radikal Feminizm gibi), meselenin değişik boyutlarını ortaya koyması açısından da oldukça önemlidir.