İran’da Safevi döneminden beridir yaklaşık 500 yıldır din adamlarının etkinliği söz konusudur.
İran siyasetinde merkezi rol oynayan ulema Şia tarihi boyunca ne ideal bir devlet ortaya koymuş, ne de böylesi bir ideal devlet oluşturma iddiasında bulunmuştur.
Çünkü Şia yorumuna göre ideal devlet, ancak Kayıp İmam’ın devlet başkanı olduğu zamandır.
İmamın gaybeti esnasından itibaren bütün devletlerin gayri-meşruluğu şeklindeki geleneksel Şia siyasi düşüncesinden ayrı olarak, Ayetullah Humeyni, bir bakıma devletin gayri meşru olarak görülmediği “Velayet-e Fakih” adında bir politik teori ileri sürerek, sultan ya da şahın siyasi yapıda muhakkak yer almak zorunda olmadığı bir yaklaşımı geliştirmiştir.
Aslında bu yaklaşım yeni olmayıp, Şia tarihi boyunca değişik şartlar altında daha önce dile getirilmiştir.
Burada Humeyni’nin bütün yaptığı, bu kavramı daha geniş bir sahaya yayarak her açıdan liderlik hakkının fakihe ait olduğunu topluma kabul ettirmek olmuştur.
İran siyasal sistemi görünürde birçok demokratik kurumu (parlamento, seçimler vs.) içinde barındırsa da bu kurumlar “İslami prensipler” çerçevesinde hareket etmek zorundadır.
Anayasaya göre, devlet ve iktidarın temel İslami sorumluluklarından sapmamasını güvence altına alan makam dini önderlik yani “Velayet-e Fakih” makamıdır.
Bu şekilde sistem içinde dini lider bütün yasama ve yürütme işlerinde son söz hakkına sahiptir. Üyeleri seçimle gelen İslam Şura Meclisi’nin çıkardığı yasaların yürürlüğe girebilmesi için son söz hakkı “Velayet-e Fakih” e yani dini rehbere verilmiştir.
Aynı şekilde genel seçimle belirlenen cumhurbaşkanının göreve başlaması için de dini rehberin onayı gerekir.
Dini liderlik atama ve görevden alma yetkisini elinde tuttuğu gibi, askeri ve sivil kurumları bünyesinde toplamasıyla da sistem içinde muazzam bir güce sahiptir.
Sahip olunan bu güç seçilmiş hükümetin yetki ve gücünü büyük oranda sınırlamaktadır. Nitekim dini lider, İran İslam Cumhuriyeti’nin genel politikalarını belirlemek ve denetlemek yetkisine sahiptir.
Bu sebeple İran’da kuvvetler ayrılığı prensibi birbirinden bağımsız olma bağlamında da nispidir. Yani bu kuvvetler tam anlamı ile egemen değildir. Esas itibariyle İran hukuk sistemi Şii fıkhına dayandığı için böyle bir ayrım mevcut değildir.
Özetle İran’da Yasama, Yürütme ve Yargı arasında var olan ayrım demokratik bir hassasiyetten kaynaklanmamakta; devlet işlerinin rahat yürütülebilmesi için bir nevi işbölümü niteliği taşımaktadır.
İran’da “Velayet-e Fakih” ten sonra ülkenin en yüksek icra makamı olan Cumhurbaşkanlığı yürütme faaliyetlerinin tamamına sahip değildir. Örneğin; ordu dini lidere bağlıdır. Cumhurbaşkanı dört yıl süreyle ve sadece iki kez seçilebilir.
İran siyasal sistemiyle ilgili olarak vurgulanması gereken bir diğer önemli nokta, İran’da siyasal partilerin bulunmamasıdır. İran meclisinin milletvekilleri ferdi olarak seçilir.
İran’da herkesin seçilme hakkının olduğunu söylemek pratikte mümkün değildir.
Zira İran’da siyasal yetkiye sahip tüm şahıslar sistemin birer parçası oldukları için seçilmekte ve işlevlerini de dini lider tarafından atanmışlarla uyum içerisinde hareket ettikçe yerine getirebilmektedirler.
Özetle, bugünkü İran’da İslam Cumhuriyeti düşüncesi çerçevesinde “seçilmişler” ve “atanmışlar” şeklinde ikili bir yapı ortaya çıkmıştır.
Yani İran’da iktidarın ulema ile halk tarafından seçilen temsilciler arasında hiyerarşik bir şekilde paylaşıldığı dini teokrasi ile başkanlık sistemi karışımı kendine özgü bir yönetim biçimi söz konusudur.