İbni Haldun: Sosyolojisi, Düşüncesi ve Fikirlerinin Önemi

Ayrıntılara geçmeden önce İbni Haldun hakkında kısaca bilgi verecek olursak;

 

İbn-i Haldun ‘Mukaddime’  adlı eseriyle tanınır.  

 

Bu eser hem doğulu hem de batılı düşünce tarihçileri tarafından sosyal bilimlerin yetkin bir ilk örneği sayılır. 

 

İbn-i Haldun’un Mukaddime adlı eseri, tarih felsefesine önemli bir katkı olmasının yanında, uygarlığın toplumsal siyasal ve ekonomik bileşenlerinin bir bütün içinde incelenmesi açısından da oldukça önemlidir.

 

İbn-i Haldun Kimdir? Kısaca İbn-i Haldun’un Hayatı ve Fikirleri

 

İbn-i Haldun (öl. 1408) 14. yüzyılda Kuzey Afrika’da yaşamış ve çeşitli devletlerde görev almış bir devlet adamıdır.

 

İbn-i Haldun aynı zamanda tarihçi, tarih felsefecisi, hukukçu, ilahiyatçı, düşünür, sosyal bilimci, kültür tarihçisi, siyaset teorisyeni, eğitimci gibi çok geniş bir yelpazede değerlendirilebilecek olan oldukça önemli bir isimdir.

 

Cemil Meriç onun bu önemini, İbn-i Haldun’u “Orta Çağ’ın karanlık gecesinde muhteşem ve münzevi bir yıldız; ne öncüsü var, ne devamcısı” olarak nitelemek suretiyle vurgulamıştır.

 

İbn-i Haldun en çok Dünya tarihi niteliğindeki Kitabu’l-İber adlı yedi ciltlik kitabına yazmış olduğu giriş mahiyetindeki Mukaddime adlı eseriyle tanınmıştır.

 

İbn-i Haldun Mukaddime’de ortaya koyduğu görüş ve konuları ele alış biçimiyle büyük bir yenilik ortaya koymuştur.

 

Şöyle ki, İbn-i Haldun Mukaddime adlı eseriyle o güne kadar pek bilinmeyen kavram ve tezler ileri sürerek yeni bir bakış açısı getirmiştir.

 

Hükümdarlara en iyi ahlaki davranışın öğütlenmesi şeklindeki nasihatname yöntemini değiştirerek bakışını topluma, toplumsal olayların arka planına ve olayların gerisindeki temel yasaları keşfe çevirerek ampirizmi ve analitik düşünceyi bütünleştirmeye çalışmıştır.

 

Tarihe olayların bir kataloğu ya da geçmiş zamanlarda meydana gelmiş olayların bir hikâyesi olarak değil, devletlerin yükselmelerinin ve çöküşlerinin sebeplerini anlamak için öğrenilecek bir bilim gözü ile bakmıştır.

 

İbn-i Haldun, tarihe olan bakış açısını “Bâtın ve içyüzü itibariyle tarih; düşünmek, araştırmak ve olan şeylerin (vekâyin) sebeplerini bulup ortaya koymaktır. Olan şeylerin ilkeleri incedir, hadiselerin keyfiyeti ve sebepleri hakkındaki bilgi derindir” cümleleriyle özetlemiştir.

 

Tarihin itici gücünün belirlenmesine özel önem veren İbn-i Haldun, bu çerçevede ortaya koyduğu asabiyet teorisi ile ilgisini bedevilik ve hadarilik hâlleri arasındaki dinamizme kaydırmıştır.

 

Asabiyet, aynı soydan gelenler veya aralarında yakınlık bulunanlar arasındaki dayanışma duygusu olarak tanımlanır. İbn-i Haldun’a göre Asabiyet, bir topluluğun muhaliflere karşı birlikte hareket etmelerini, belli organizasyonları gerçekleştirmelerini, güç ve iktidar kazanmalarını sağlayan bir olgudur.

 

Asabiyet kavramını dayanışma ruhu, cemaat ruhu, grup duygusu, kabilecilik, kan bağı, toplumsal dayanışma anlamlarında kullanan İbn-i Haldun, ilkel hayattan medeni hayata (hadariliğe); aile, aşiret ve kabile birliklerinden devlet yapısına; hukuksuzluğun ve kaba kuvvetin egemen olduğu dönemlerden hukuk devleti düzenine geçişin her aşamasında asabiyetin temel rol oynadığını savunmuştur.

 

İbn-i Haldun, devletlerin ve siyasal toplulukların kuruluşunda olduğu gibi, kurulmalarından sonra da asabiyetin etkili olacağını savunmuştur.

 

Buna göre hükümdar, iktidarını sürdürebilmek için asabiyeti canlı tutmak zorundadır.

 

Çünkü asabiyetin azalması durumunda asabiyeti daha yüksek topluluklar, onun iktidarını yıkabilir ve üstünlük asabiyeti yüksek gruplara geçer.

 

İbn-i Haldun’un Sosyoloji Anlayışı ve Çalışmaları

 

İbn-i Haldun, tarihsel ve sosyolojik bir perspektife sahip “Mukaddime” adlı eserinde; toplumsal gerçekliği tarihsel bir çerçeve içinde ele alarak anlamaya ve açıklamaya çalışmıştır.

 

İnsan toplumunu bağımsız bir bilimin konusu haline getirmeye çalışan İbn-i Haldun, bu bilime “umran ilmi” adını vermiştir.

 

Cemil Meriç’e göre İbn-i Haldun’un düşüncesinde iki temel kavram bulunur. Bunlar “umran” ve “asabiyet” tir.

 

Umran; bir toplumun yaptıklarının ve yarattıklarının bütününü yani toplumsal düzenini, din ve inançlarını, örf ve âdetlerini, tarihini ve kültürünü kapsar.

 

Asabiyet ise tarihsel gelişmenin harekete geçirici gücü olup toplumsal dayanışmayı ifade eden bir kavramdır.

 

 

İbn-i Haldun’un düşüncesinde insan, alışkanlıklarının ve kazandıklarının ürünü olup, doğanın ya da doğuştan mizacın eseri değildir.

 

Dolayısıyla toplumların karakteri de onların alışkanlıklarının ve kazanımlarının bir sonucudur.

 

İbn-i Haldun’a göre, toplumu ve uygarlığı incelemek için insan toplumunu etkileyen olguların nedenlerini araştırmak gerekir.

 

Bu incelemeyi yapacak bilime umran bilimi denir ve umran bilimi şu sorulara yanıt arar:

 

1.) İnsanlar, neden bir arada ve toplum halinde yaşarlar?

 

2.) Toplum halinde yaşayan insanlar, siyasi otoriteye neden ihtiyaç duyarlar?

 

3.) Toplu yaşayan insanların ekonomik etkinliklerinden kaynaklanan ilişki biçimlerinin sebepleri nelerdir?

 

4.) İnsanları, diğer varlıklardan ayrı seçkin bir konuma getiren bilimsel faaliyetlerin ve eğitim-öğretim faaliyetlerinin sebepleri nelerdir?

 

İbn-i Haldun’un sosyal teorisinde öne çıkan en önemli kavramlar “asabiye” veya “asabiyet” kavramlardır.

 

Bu kavramlar İbn-i Haldun’un göçebe toplum ile yerleşik toplum ikiliğini incelemesinde ve göçebelikten yerleşik hayata geçiş sürecini açıklamasında merkezi bir yer işgal ederler.

 

İbn-i Haldun’a göre ister “kabile” düzeninde, isterse “devlet” düzeninde olsun, “topluluk gücü” egemenlik için ilk koşuldur.

 

Bu gücün kaynağında ise İbn-i Haldun’un “el asabiyye” ya da “asabiyet” adını verdiği bir yakınlık, duygu ve inanç birliği vardır.

 

Bir toplumda, asabiyet duygusunun kolektif duygu, düşünce ve davranışa yol açması sayesinde toplumsal yardımlaşma, dayanışma ve bütünleşme sağlanır.

 

İbn-i Haldun’un asabiyet kavramını merkeze alarak yaptığı bir diğer değerlendirme, “riyaset” ve “mülk” yani reislik ve devlet kavramları arasında yapmış olduğu ayrımdır.

 

İbn-i Haldun’a göre bedevi ve iptidai yani ilkel topluluklardaki siyasi iktidarı elinde bulunduran müesseseye “riyaset” yani reislik denir. Riyaset makamını işgal edenler, en yaşlı ve saygın kimselerdir.

 

Bu toplumlarda reislerin, aşiret veya kabile şeflerinin riyaset makamında bulunmaları kendilerine özgü bir güç ya da kudretten değil, bedevi toplulukların toplumsal yaşam koşullarında vücuda getirdikleri asabiyetten doğmuşlardır.

 

Reisin kararlarını başkalarına zorla kabul ettirme gücü yoktur.

 

 

Mülk yani devlet kavramı ise egemen olma, kararlarını ve kurallarını zorla kabul ettirebilme anlamına gelir.

 

Ayrıca mülk ya da devlet, vergi toplar, sınırları korur, askerî seferler düzenler ve kendi üstünde daha güçlü bir varlık tanımaz.

 

Mülkün temel ögeleri arasında, mali ve askerî olanlar büyük önem taşır.

 

Çünkü devlet her şeyden önce, giderlerini veya ihtiyaçlarını karşılayacak parayı toplayan bir vergi teşkilatı ile iç ve dış düşmanlara karşı devleti koruyacak bir orduya gereksinim duyar.

 

İbn-i Haldun’a göre toplumsal yaşamın belli bir evresine geçildiğinde, bir yasakçıya ya da hükümdara bağlı olmak, zorunlu bir sonuç olarak karşımıza çıkar.

 

Çünkü umran yani toplum, bir otoriteye itaat ve yönetim düzenini gerektirir. İbn-i Haldun’a göre, insanlar hayvani doğalarının bir sonucu olarak kötü ve zalimdirler.

 

Dolayısıyla bir toplumsal sistemin kurulabilmesi, ancak bir “egemen”in varlığı ile mümkün olabilir.

 

Bu, hem akılsal hem de doğal bir zorunluluktur.

 

Çünkü egemen, insanların birbirlerine zarar vermelerini önleyecek kanunları ihdas eder. Siyaset bir kanun koyma sanatıdır.

 

İbn-i Haldun, İslami kültürel gelenek içerisinde yer almakla beraber, toplumsal, siyasal, ekonomik ve hukuki yapıların analizinde rasyonel ve seküler yani dünyevi bir yaklaşım sergilemiştir.

 

Dinsel düşüncede egemenlik ve hukuk, esas olarak Tanrı’nın iradesinin bir yansıması olarak meşrulaştırılırken; İbn-i Haldun’un düşüncesinde egemenlik ve hukuk toplumsal gerçekliğe göndermede bulunarak açıklanır.

 

İbn-i Haldun, toplumsal düzen içinde vücut bulan siyasetin, iktidarın, devletin ve hukukun doğasını, teolojik kavramlardan ziyade seküler kavramlarla açıklar.

 

Bu nedenle, onun “Mukaddime” adlı eseri insan topluluklarının gelişimi ve dönüşümü açısından genel bir tarihsel ve sosyolojik çerçeve sunar.