Bu yazımızda Ernst Hirch’in Anılarım kitabının kısa bir özetini ve değerlendirmesini yapacağız. 10 Ocak 1902 yılında Almanya’da dünyaya gelen Ernst Hirsch, Münih ve Giessen Eyalet Üniversitelerinde hukuk eğitimi almıştır. Akademik kariyeri ise 1930 yılında Frankfurt Üniversitesinde hukuk doçenti olarak ders vermesiyle başlamıştır. Ancak 1920’li yıllar boyunca Almanya’da faşizmin ağırlığını hissettirmeye başlaması ve nihayet 1933’de iktidara gelen Nasyonel Sosyalist Partisi’nin “ari ırk” a mensup olmayanlar üzerinde başlattığı baskı, bir Yahudi olan Ernst Hirsch’in Almanya’yı terk etmesine yol açmıştır.
Aynı dönemde Türkiye’de başlatılan ve modern tarzda yüksek öğretim kurumlarının kurulmasını hedefleyen “Üniversite Reformu” çerçevesinde Türkiye’ye davet edilen Hircsh, Türkiye’ye geldikten sonra 1933-1943 yılları arasında İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesinde, 1943-1952 yılları arasında ise Ankara Üniversitesi Hukuk fakültesinde çalışmış ve yaşamının yaklaşık 19 yılını Türkiye’de geçirmiştir. Bu süreçte hem Türkiye’deki hukuk eğitiminin gelişmesinde hem de bazı yasal düzenlemelerin yapılmasında çeşitli roller almıştır.
Hirsch’in “Anılarım: Kayzer Dönemi, Weimar Cumhuriyeti, Atatürk Ülkesi” adlı kitabı, Cumhuriyetin daha ilk yıllarında yabancı bir üniversite hocası olarak, Türkiye’de yaşamış ve çalışmış bir insanın gözlemlerini ve hatıralarını bizlere aktarması açısından oldukça değerli bir kitaptır. İlk defa 1982 yılında Almanca olarak basılan bu eser, Fatma Suphi tarafından oldukça akıcı ve anlaşılır bir biçimde Türkçeye çevrilmiştir. Kitabın Türkçe’deki ilk baskısı ise Nisan 1997’de TÜBİTAK tarafından yapılmıştır. Kitap, kaliteli baskısı ve uygun fiyatının (10 TL) yanı sıra, sonunda yer verilen ve kitapta bahsi geçen kişileri bulmamızı kolaylaştıran bir kişi diziniyle okuyucuya sunulmaktadır. Baskıyla ilgili olarak yapabileceğimiz eleştirilerden ilki kitabın okunmasını zaman zaman zorlaştıracak kadar küçük puntolarla basılmış olması; bir diğeri ise, 12. Baskıya ulaşmış bir kitapta hala birçok yazım hatasıyla karşılaşılabilmesidir.
Toplamda üç bölümden oluşmakta olan kitabın “Geldiğin Yeri Unutma Sakın” ve “Çalışan Kazanır” isimli ilk iki bölümü, Hirsch’in Türkiye’ye gelmeden önceki hayatına özellikle çocukluk ve gençlik yıllarına dair anılarına ayrılmıştır. Bu bölümler, muhtemelen birçok okuyucunun ilgisini çekmeyecek denli uzun ve ayrıntılı anlatımların olduğu bölümlerdir. . Doğduğu evden, lise yıllarından, üniversite yıllarından hem çalışıp hem okumasından, hakimlik mesleğine başlamasından ve hayatına dair daha bir çok detaydan bu bölümde bahsetmektedir. Ancak nihayetinde eserin bir anı kitabı olarak kaleme alınmış olması, yazarın kendi hayat hikayesi için önemli bulduğu fakat okuyucuya önemsiz gelebilecek birçok ayrıntıya yer verilmesini kaçınılmaz kılmaktadır. Kitabın Türk okuyucu açısından çok daha ilgi çekici olan bölümü ise “Atatürk’ün Ülkesinde Bir Hukuk Hocası” başlığını taşıyan ve Hirsch’in Türkiye ile ilgili hatıralarının yer aldığı üçüncü bölümdür.
Bu bölümün ilk kısmı, “İstanbul’da On Yıl” başlığı altında Ernst Hirsch’in İstanbul’a ait hatıralarını anlattığı yedi alt başlıktan oluşmaktadır. Bu bölümde ilk olarak, kendisine Türkiye’den gelen teklifin cazipliğini, bu daveti kabul etmesini, Türkiye’ye gelişini, toplumsal ve siyasal hayat hakkındaki izlenimlerini okuyucusuyla paylaşan yazar, genç Cumhuriyetin bilim insanlarına ve üniversiteye ve en önemlisi de ırk, din, dil farkı gözetmeksizin insana olan saygısını şu satırlarla ifade etmektedir(s208).
Ve iş ben, kendi Alman vatanında Yahudi olduğu için hor görülen, “aşağılık” ırka mensup olduğu için işgal ettiği mevkilerden kovulan, evini yurdunu terk edip, yabancı ülkelere kaçmak zorunda bırakılan ben, “dünyanın bir ucundaki Türkiye’de, nice billurlarla, mermerler, somaki taşı, su mermeri, paha biçilmez kakma işlerinin ihtişamıyla parıldayan, nice değerli mobilyayla, halıyla, resimle süslü, bir zamanların taht salonu olan bu mekanda, ülkenin ilk bin seçkininden sayılan, saygıdeğer bir Alman profesör sıfatıyla hazır bulunmaktaydım.
Yazarın anılarında yer verdiği bir başka konu, kuruluş sürecinde yaklaşık on yıl boyunca görev aldığı İstanbul Üniversitesi ve Üniversite Reformudur. Yazar’a göre reformun amacı, meslek okulu değil, Avrupa üniversiteleri ayarında, bilimsel bilgiyi araştıran, derinleştiren ve yayan bilim kurumları oluşturmaktır (s.211). Ancak, böylesi bilim kurumlarının oluşturulması için gerekli olan geleneği, genç Cumhuriyet Osmanlı’dan miras almamıştır. Osmanlı’dan Cumhuriyet’e miras kalan, medrese geleneği ve bu geleneğin, Batı’nın Üniversite kurumuyla oluşturduğu tezatlık ise durumu daha zor bir hale sokmuştur. Ayrıca bu duruma paralel olarak altyapı eksikliği ve özellikle de kütüphane ve bilimsel yayın yetersizliği de Üniversite Reformunun karşısındaki en önemli zorluklardır. Hircsh’de anılarında bu zorluklardın uzun uzadıya bahsetmekte ve bugünün okuyucularının bu zorlukları daha iyi anlayabilmesine yardımcı olmaktadır. Örneğin, kütüphane ve bilimsel yayın yetersizliği konusu üzerine uzun uzadıya duran yazar, kitaplığı olmayan bir üniversiteyi, cephaneliği olmayan bir kışlaya benzetmekte (s.239) ve bu eksikliğin giderilmesi için harcadığı uzun uğraşlardan bahsetmektedir. Yine eski dönemden kalma hocaların medrese geleneğine dayalı ezberci ve monoton ders anlatma biçimleri de modern anlamda bilimsel bir eğitim kurumunun kurulmasını zorlaştıran etkenlerdi. Hirsch, anılarında bu duruma ilişkin de birçok anektoda yer vermekte (s.253) ve Cumhuriyet reformlarının başarılmasının önündeki en büyük engellerden olan yetişmiş insan eksiğini de gözler önüne sermektedir.
Yine Hirsch’in Türkiye’ye gelen diğer Alman meslektaşlarına nispetle Türkçeyi çok daha kısa bir zamanda öğrenmesi, Türkçe kaleme aldığı bilimsel yapıtlar (s.265) İstanbul’daki özel hayatı, buraya yerleşmesi ve Türkiye’nin birçok yerine yaptığı geziler de, kitapta oldukça geniş yer kaplayan konulardır. Bu bölümde birçok isme, yere ve olaya yer verilmesi ve bunların bir düzen içinde olmaması okuyucuyu oldukça yorsa da, bu bölüm, Türkiye’nin o günkü toplumsal ve kültürel hayatı, sanat hayatı, mimarisi, imar durumu, ulaşım imkanları, altyapısı, coğrafyası gibi birçok önemli konu hakkında merak sahibi olan okuyucu için önemli bilgiler barındırmaktadır.
Kitabın birçok okuyucu açısından en can alıcı bölümü ise kuşkusuz “Kemalist Türkiye’nin Benim Tanık Olduğum İlk On Yılı” ve hemen ardından gelen “Kemalist Türkiye’nin Benim Tanık Olduğum İkinci On Yılı” başlıklarını taşıyan alt bölümleridir. Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasından kısa bir süre Türkiye’ye gelmiş ve 1950’lere kadar Türkiye’de yaşamış olan yazar, hiç şüphesiz anlattıklarıyla Türkiye’nin çok özel bir dönemine ışık tutmaktadır. Yazarın bu döneme ait değerlendirmelerinde genellikle objektif bir tavır için olduğunu söyleyebiliriz. Sadece bazı konularda Türk toplumunun gerçekliğini ve Atatürk devrimlerinin bu toplum için ne derece önemli olduğunu tam olarak kavrayamamış ya da kavrasa bile okuyucusuna aktaramamış olduğunu düşünmekteyiz. Sanırız, yazarın bir yabancı olması yani toplumun içinden birisi değil de ona dışarıdan bakan birisi olması, böylesi bir eksikliği doğurmaktadır. Dolayısıyla Atatürk devrimlerini kavramaktaki bu eksikliğin bir art niyetin değil, “yabancılığın” sonucu olduğunu söyleyebiliriz. Bu konuyu çalışmamızın sonuna doğru biraz daha ayrıntılı bir şekilde inceleyeceğiz.
Kitabın son kısmı ise, yazarın Ankara’da geçirdiği yaklaşık 10 yıllık yaşamı üzerinedir. Bu kısımda yazar, Türk vatandaşlığına geçmesi, Ankara hakkındaki izlenimleri, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesindeki faaliyetleri ile bu dönemde Türk Hukuk terminolojisinin sıkıntıları ve Türkiye’deki Hukuk reformuyla birlikte hukuk eğitiminde karşılaşılan sıkıntıları anlatmaktadır (s.236-239). Yazar kitapta son olarak, İşçi Sigortaları Kurumu’nun kurulmasında ya da Türk Ticaret Kanunu, Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu ve Marka Kanunu gibi kurumsal ve hukuki düzenlemelerin yapılmasında almış olduğu roller hakkındaki hatıralarına yer vermektedir. Kitabın bu kısımları da Türkiye’de o dönemdeki hukuksal reformların daha iyi anlayabilmek ve bunların hazırlanması sürecinde karşılaşılan zorlukları daha iyi kavrayabilmek açısından önemlidir. Ayrıca, devletin bu reformlardan neler beklediği, toplumdaki karşılıklarının ne olduğu gibi konular da yazarın hatıralarının satır aralarında okunabilmektedir.
Yukarıda kısaca özetlemeye çalıştığımız bu eser, elbette bir anı kitabı olması nedeniyle, kendisinden yüzde yüz bir objektiflik bekleyemeyeceğimiz bir eserdir. Zaten böyle bir iddiası da yoktur. Her anı kitabı gibi yazarın kendi kişisel izlenimlerini ve kişisel bakış açısını okuyucusuna aktarmaktadır. Ancak bu bir anı kitabının asla eleştirilemeyeceği anlamına da gelemez. Özellikle bir ülkenin tarihi ve toplumsal olayları üzerine anlatılan anıların yapılan yorumların, okuyucuya aktarılan izlenimlerin, okuyucu tarafından eleştirel bir gözle değerlendirilmesi zorunludur. Hirsch’in anıları bu tarz tarihi ve toplumsal olaylar üzerinde çok fazla durmamakta; daha çok kişisel hayat hikayesi biçiminde gelişmektedir. Örneğin, Varlık Vergisi ya da İkinci Dünya Savaşı’nda Türkiye’nin Dış Politikası gibi konularda yazarın yer verdiği herhangi bir değerlendirme bulunmamaktadır.
Bununla birlikte yazar, kitabın “Kemalist Türkiye’nin Benim Tanık Olduğum İlk On Yılı” ve “Kemalist Türkiye’nin Benim Tanık Olduğum İkinci On Yılı” başlıklı bölümlerinde Atatürk reformları hakkında kimi değerlendirmelerde bulunmaktadır. Yazar topluma yabancı bir isim olarak bu reformların halkta uyandırdığı etkinin derinliğini kavrayamayacağını en başta kabul etmektedir. Ancak yazarın yazdığı bazı satırlardan sanki Atatürk devrimleri sadece dinin toplumsal hayattaki etkisini azaltmaya yönelikmiş gibi bir izlenim doğmaktadır. Hatta yazar, reformların halkın manevi hayatında bir çeşit ruhsal ve manevi boşluk doğurduğunu iddia etmektedir (s.298). Hiç şüphe yok ki din ile ilgili olarak bazı adımlar atılmıştır. Ancak bunlar, halkta manevi boşluk yaratmak için değil; halkın manevi değerlerini sömürmek isteyenlere karşı hurafelerden arınmış daha hakiki ve öz bir din anlayışını oturtmak için yapılmıştır. Ayrıca din kurumunun Türk toplumunda yüzlerce yıldır gericilik için bir bahane olarak kullanılmasından hiç bahsetmeksizin böyle bir iddiada bulunmak da olayın önemli bir boyutunun gözden kaçmasına ve bu tarz iddiaların gerçekmiş gibi görünmesine yol açmaktadır.
Sonuç olarak yazar, Türk toplumunun bir üyesi olmaması ve Türkiye’nin toplumsal yapısını tam olarak kavrayamaması nedeniyle, Cumhuriyetin bazı çabalarını doğru bir şekilde anlamlandıramamakta ve okuyucusuna aktaramamaktadır. Ancak yine aynı nedenle yani hem bu toplumun içinde yaşamış hem de ona dışarıdan bakmış bir yabancı olmasıyla, kuşkusuz bizlerin o yılları daha berrak bir şekilde görmesini ve anlamasını sağlamaktadır.